Tuesday, March 14, 2006

Porselen fincan Türkçesi, (Alıntı)

ELİF ŞAFAK
14.03.2006 SALI

Porselen fincan Türkçesi

Yıllar evvel hatırlıyorum, televizyonda Zeyna, elde kılıç her zamanki cevvalliğiyle maceradan maceraya koşuyor.


Derken bir ses, kim çevirdiyse, bu mitolojik kahramana şöyle buyuruyor: Tanrı Ares’i durdurmamız lazım. Kafayı yemiş olmalı!

Gündelik hayatın içinde evrile evrile gelişen deyimler, argo kelimeler, soyutlamalar şaşılacak bir süratle sirayet etmekte sinemanın, mizahın ve görsel basının hemen her alanına. Sokaktaki kelimeler hızla ve hiçbir engele toslamadan girebiliyor bu kulvarlara. Bilhassa reklamcılık âlemi anında besleniyor her yeni dil oyunundan. Hatta siyaset... Başbakanın argolu konuşması kimilerine göre bir kusur, diplomatik bir eksiklik, kimilerine göre de tam tersine içtenliğinin, samimiyetinin alameti. Her halükarda argo da küfür de fazlasıyla sızmış durumda siyaset hayatımıza. Keza egemen kültür de karşıt kültür de besleniyor argodan.

Bence bunlarda tuhaf bir şey yok. Aksine dil dediğin zaten böyle gelişir, eklemlene eklemlene. Şaşılacak şey, edebiyatın bundan nasibini alamaması. Mesele edebi kitaplara gelince nedense işte orada takılıyor kelimeler, sinsice sansürleniyor. Çünkü kimilerine göre edebiyat yücelerden yüce olmak durumunda; adeta bir öte sanat, bir üst yaratım alanı. Steril ve sofistike! Nezih ve derin! Ağır ve zihinsel! Dolayısıyla ‘bayağı’ kelimeler olmamalı orada. Ne argo ne küfür. Yakışmaz ciddi edebiyatçıya! Bu marazi yaklaşım ‘sözlü kültür’ ile ‘yazılı kültür’ arasına çok net bir duvar örmeye çalışıyor. Konuşurken serbest olanı yazıda yasaklıyor.

Doğrusu yeni romanım “Baba ve Piç”in başlığının bazılarını rahatsız ettiğine tanık olmasam, belki de ‘kitaplarda kelime sansürü meselesi’ne tekrar kafa yormazdım bugünlerde. Bazı kitapçılar, normalde romanımın posterini vitrinlerine asmaya çok hevesli iken, kitabın kapağında geçen bir kelimeden tedirgin olup vazgeçmişler. Baktım en ‘liberal’ basınımızın bazı mensupları mümkün mertebe yuvarlayarak söylüyor romanın başlığını, o başlıkta bir ‘ayıp’ saklıymışçasına. Oysa kitabın isminde geçen her üç kelime de bizim kültürümüzden, toplumumuzdan, gündelik hayatımızdan fazlasıyla aşina olduğumuz kelimeler. ‘Piç’ kelimesi toplumda karşılığı olan, dolaşımda bulunan, bir saptamayı karşılayan ve maalesef çokça kullanılan, kimi insanların üzerine bir yafta gibi yapıştırılan, son derece tanıdık bir betimleme değil mi? Üstelik bir ikinci anlamı daha var, kimsenin pek düşünmediği: ‘Ağacın dibinden bitiveren sürgün’ demek. Hem ağacın gövdesinden uzaklaşmaya çalışan hem de bir türlü ondan kopamayan. Demek ki hayatın içinde olan bir kelime. Peki ahlakçılığı değnekçilikle karıştıran kimi kitabevi sahiplerinin bu kelimenin geçtiği posteri vitrine koymak istememesinin sebebi ne olabilir? Kimi neden koruyorlar? Zaten bu kelimeyi gani gani kullanan sözlü kültürü mü koruyorlar edebiyatın ‘zararlı etkilerinden’, yoksa edebiyatı mı sterilleştirmek istiyorlar? Mesele edebiyata ve kitaplara gelince, argoya yönelik bu tahammülsüzlük neden?

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı çok severim. Onun edebiyatının böylesine engin ve yürekten olabilmesinin bir sebebi de sokağın dillerini, İstanbul’un hallerini, azınlıkların ifade biçimlerini, altkültürlerin argo ve deyimlerini, hayatın hakiki ritmini kitaplarına taşımış olmasıdır. Tutup da kalemini sterilleştirirseniz, Hüseyin Rahmi’den geriye ne kalır? Kuşa döner hikâyeleri, anlatımının gücü soluverir.

“Ama siz eğitimli bir kadın yazar olarak doğru Türkçenizle gençlerimize örnek olmalısınız.” demiş bir okurum. Ne ben kimseye ‘örnek’ olayım; ne de doğru ‘Türkçe’ diyerek tamamen yekpare kılınmış, tozlarından arındırılmış, mutlaklaştırılmış, kırpılmış, sansürlenmiş ve merkezileştirilmiş bir dil olsun. Zira kim ne derse desin, argo yabana atılamaz. Orada düğümlenir dilin kıvraklıkları, ezilenlerin isyanı, sessiz kitlelerin binbir itirazı, popüler kültürün açmazları ve yaratıcılıkları. Orada saklıdır bir kültürün zeka kıvılcımları. Argoyu edebiyata yasaklayamazsınız.

Sen hangisini yeğlersin sevgili okur? Fildişi kulesinden şehre bakarak, kapalı camlar ardında porselen fincan Türkçesi yudumlayarak yazan bir edebiyatçılık anlayışını mı yoksa yüreği ve beyni ve hayalleri ve kalemi sokağın türlü türlü dillerine, hayatın inişli çıkışlı hallerine sonuna kadar açık olan bir edebiyatçılık anlayışını mı?

14.03.2006

e-posta adresi:e.safak@zaman.com.tr

No comments: